Salgın hastalıklar daha önce de dünyanın kapısını zaman zaman çaldı. Bu hastalıklar ülkeler arasında seyahat edenler aracılığı ile dünyayı dolaştı. Savaşa giden askerlerle birlikte ya da ticaret yolları üzerinden kıtadan kıtaya ulaştı.
Salgın hastalıklar daha önce de dünyanın kapısını zaman zaman çaldı. Bu hastalıklar ülkeler arasında seyahat edenler aracılığı ile dünyayı dolaştı. Savaşa giden askerlerle birlikte ya da ticaret yolları üzerinden kıtadan kıtaya ulaştı.
Aslı DİDARİ asli.didari@ensonhaber.com
Salgınlara karşı alınan "hijyen önlemleri", "evde kalmak", "salgının merkezinden uzaklaşarak korunmak", "ihtiyaç malzemelerinin fahiş fiyatlarla satmak" ve "fırsattan yararlanmaya çalışmak" gibi konu başlıkları daha önce de yaşandı.
(Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı ve At Meydanı -1524)
Üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu da bu salgınlarla uzun yıllar mücadele etti. O zamanlarda da en etkili siyah “karantina”ydı. Hatta bir dönem gerekli görülmesi üzerine “Karantina Nazırlığı” bile kuruldu.
Osmanlı Devleti’nin salgın hastalıklara bakış açısında, sanılanın aksine kadercilik ve teslimiyet değil, önlem alarak mücadele etmek düşüncesi hakimdi. Örneğin, Fatih Sultan Mehmed’in Ege adalarından Limni’yi Venediklilerden almak istemesinin nedenlerinden birisi de adada yetişen bitkilerden ilaç yapmak istemesiydi.
Tarihe dönüp bakıldığında, salgın hastalıkların dünya üzerinde en çok hatırlananı çiçek, kolera ve veba oldu.
Osmanlı Devleti’nde önceki tarihlerde görülmüş olsa da resmi olarak ilk salgın vakası Kanuni dönemine giren 1524 yılında görüldü. Yeniçerilerde görülen “taun” yani “veba” ülkeye girmesin diye, askerler sınırda günlerce bekletildi. Ancak kendileri ve kıyafetleri yıkandıktan sonra ülkeye girişlerine izin verildi. Tabii bu vebanın İstanbul’la ilk tanışması değildi.
(Halkın temizlik ihtiyacını gidermek için 1’inci Mahmut tarafından Yerebatan Caddesi’nde yaptırılan Coğaloğlu Hamamı -1741)
17’nci yüzyılda Avrupa’da etkili olan veba salgını, binlerce insanın hayatını kaybetmesine ve nerede ise hayatın durmasına neden oldu.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesindeki notları arasında 1750 yılında 3 ay boyunca İstanbul’da veba salgınından, günde yaklaşık 1.000 ila 1.200 kişinin hayatını kaybettiği yazılı.
(Büyükçekmece Köprüsü -1770)
İstanbul’da 1773’ten 1778’e kadar süren veba salgını 6 yıl sürdü. Salgından kaçmak isteyen, Galata ve Pera’da yaşayan Avrupalı birçok tüccar ve diplomat Büyükdere ve Tarabya gibi Boğaziçi köylerine sığınarak kendilerini korumaya çalıştı. O yıllarda İstanbul’da etkili olan bu salgın o kadar kuvvetliydi ki aynı zamanda Edirne, Bursa ve Selanik’te de yaşandı.
(Osmanlı-Rus Savaşı bitince İstanbul’daki sevinç gösterileri -1812)
İstanbul’da 1811 yılının sonlarında ortaya çıkan bu salgın, 1813 yılının başlarında bitti. İzmir’den gelen bir ticaret gemisi yüzünden İstanbul’da veba salgını baş gösterince, kısa sürede 3 bin kişi hayatını kaybetti.
1811-1812 yılları arasındaki veba salgını İstanbul’da birçok sıkıntının yaşanmasına neden oldu. Yiyecek, yakacak gibi temel ihtiyaçlarda kıtlık yaşandı.
Vakanüvis ve hekim Şanizade Ataullah Efendi, İstanbul’da baş gösteren veba salgını sırasında ailesiyle birlikte evine kapandı. Hastalığa karşı tedbir alınması ve bu doğrultuda özellikle “tecrit” uygulanmasına gidilmesi gerektiği konusunda uyarılarda bulundu.
(Galata)
İstanbul, Galata, Beyoğlu ve eski adı "Tatavla" olan Kurtuluş semtlleri hijyen eksikliğinin hissedildiği ve vebanın yoğun olarak yaşandığı yerlerdi. Salgın ilk önce burada gündeme geldi. Sonra Fener ve Kumkapı’ya sıçradı. Bunun üzerine evlerde ve çevrede büyük bir temizliğe girildi. Bekar odaları kapatıldı.
İstanbul’da veba, genel olarak bahar aylarının gelmesiyle birlikte görülmeye başlardı. Veba, sıcak ve nemli ortamlarda çoğalma imkanı bulan mikroplardan ve pirelerin çoğalmasından dolayı, yaz aylarında en üst noktaya ulaşır, kış aylarının başlamasıyla birlikte sona ererdi.
İstanbul’da 1812 yılı boyunca şiddetli bir şekilde hissedilen veba salgını süresince insanlar, hastalığın etkisi azalana kadar şehrin sınırına yakın bölgelere yerleşerek, korunmaya çalıştı.
(İstanbul sokaklarında çöplerin birikmesi üzerine temizlik işini ihmal edenlere ağır ceza verileceği bildirildi. -1813)
İstanbul’da çıkartılan iki fermanda, kent temizliğinin ihmal edildiği, pis suların döküldüğü sokaklarda ve çadırlarda, çöplerle birlikte hayvan leşlerinin görüldüğünü belirterek, mahalle imamları ve bekçilerine tembihte bulunması istenilerek, temizlik işini ihmal edenlere ağır cezalar verileceği bildirildi.
1821’deki veba salgınında alınan tedbirlerle günümüzde yaşadığımız koronavirüsün yayılmaması için alınan tedbirler birbirini çok andırıyor. Veba salgınının kapımızı çaldığı 1821 yılının Ramazan ayında, aynı bugün olduğu gibi İstanbul’da halkın bir araya gelmemesi için tedbirler alınmış, bu doğrultuda bazı etkinlikler iptal edilmişti.
Ramazan ayında geceleri bekçilerin davul çalması, kahvehanelerde tavla, dama benzeri oyunlar oynanması ve meddahların seyircilere hikaye anlatmaları gibi köklü gelenekler yasaklandı. İstanbul’da 1836-1837 yıllarında etkili olan veba salgınında yaklaşık olarak 25 bin kişinin öldüğü tahmin ediliyor.
Bu salgın döneminde, Beyoğlu sokaklarında yabancıların siyah muşambalar giyerek dolaşmaya başladığına tanık olundu.
1834 yılında söz konusu hastalığın tedavisinde kullanılmak üzere bir “yakı”nın 2’nci Mahmud’un başhekimi Ahmed Necib Efendi tarafından geliştirildi.
Osmanlı Devleti tarihinde ilk kez, 2’nci Mahmut döneminde 1838 yılında resmi olarak karantina kararı alındı. Bir yıl sonra 1839 yılında “Karantina Nazırlığı” kuruldu.
Karantina kararı gereğince Avrupa’dan gelen gemiler Çanakkale Boğazı’nda, Asya’dan gelen gemiler ise Kızıldeniz’de belli bir süre bekletildikten sora geçişlerine izin verildi. Alınan önlemler sonucunda 1840 ve 1844 yılları arasında veba salgını gerilemiş olsa da bu tarihlerden sonra yine patlak verdi.
Bu dönemden sonra özellikle Hac’dan gelen kişilerin karantinada belli bir süre tutulduktan sonra evlerine gitmelerine izin verildi.
Veba salgınında hayatını kaybedenlerin büyük çoğunluğunu Gayrimüslimler oluşturdu. Bundan dolayı "cizye" gelirlerinde yani ülkede yaşayan Müslüman olmayanlardan alınan vergide ciddi anlamda bir düşüş yaşandı. İstanbul ekonomisi üzerinde birçok farklı düzlemlerde gerçekleşen etkileri oldu.
Cizyeye tabi vergi mükellefleri yani Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler özellikle İstanblu'un civarlarına yerleşmeyi tercih etti. Böylelikle İstanbul cizyesi kesintiye uğradı.
(Yeniçeriler)
Vergi gelirleri kesilmesin diye tahsilat işlerinin yalnızca İstanbul cizyedarı tarafından yapılabileceği konusunda bir karar alındı.
Vergi gelirinin azalınca bir süre İstanbul cizyedarlığına kimse talip olmak istemedi.
1813 yılına ait cizyeyle ilgili gerekli kağıt masraflarının yanı sıra, "berat harcı" ve "muhasebe harcı" adıyla bilinen harçların kaldırılmasına dair bir kararın yürürlüğe sokuldu.
Osmanlı'da vefat edenlerin eğer varisi yoksa malları devlete kalıyordu. Salgın sırasında bu durumda olup hayatını kaybedenler ise devlete haber verilmiyordu. Dolayısı ile devlet ve vakıf açısından gelir kaybı söz konusu oldu. Bunun önüne geçmek için vebadan dolayı vefat edenlerin ellerindeki mallarla ilgili olarak Defterdar Efendi’ye haber verilmesi gerektiği konusu hükme bağlandı.
Bu gibi durumlar söz konusu olduğunda devlet görevlilerine haber veren kimselerin ödüllendirilmesine karar verildi.
İstanbul’u teslim alan veba salgınından dolayı 1812 yılı boyunca günde yaklaşık olarak 2 bin cenaze defnediliyordu. Veba yüzünden gerçekleşen ölümler, mezarcılar ile kefen satıcılarını kapsayan yeni bir ekonomik alan oluşturmaya başladı.
Bu durum özellikle halkın fahiş fiyatlarla karşı karşıya kalarak mağdur olmasına neden oldu.
(Tophane yangınında birçok eser yıkıldı. -1823)
Şehirde söz konusu hastalıktan dolayı ortaya çıkan kargaşa ortamından faydalanarak yağmacılık yapanlar da veba ekonomisinin kazananlarından oldu.
Devlet bu mağduriyetlere engel olmak amacıyla fermanlar çıkartarak, uygulanmak üzere Eyüp, Üsküdar ve Galata mahkemelerine gönderdi. Durumu denetlemek için dönemin yetkilileri, kıyafet değiştirerek mezarlık ziyaretine çıktı. Esnaftan ölen kimseler olduğunda arkadaşları, meslektaşlarının cenazelerini kaldırmaktan dükkanlarını açamaz hale geldi.
(1841)
Vebadan duyulan korkuyla birlikte bekar odaları yıkıldı, buralarda yaşayan yoksul insanlar mağdur oldu. Diğer yandan yıkılan bekar odalarının yerine mağaza açılması ekonomik hareketlilik oluşturdu.
(Galata)
Osmanlı’daki mikrobiyoloji çalışmalarının geçmişi çiçek aşısı çalışmalarıyla başladı. 2’nci Abdülhamid döneminde çok önemli uzmanlık alanlarından birisi haline geldi. İstanbul’da büyük bir kolera salgınının çıkması üzerine, Abdülhamid Han, bu ölümcül hastalık için çeşitli tedbirlere başvurdu.
(Louis Pasteur)
Louis Pasteur, 27 Ekim 1885 tarihinde Paris Tıp Akademisi’nde “Isırıldıktan Sonra Kuduzdan Korunma” adlı bir bildiri yayınladı. Bu bildiri, kuduz virüsü bulaşmış olsa bile kişinin tedavi edilebileceğini söylüyordu. Aynı bildirinin 31 Ekim tarihinde İstanbul’da da yayınlanmış olması, bir anda Abdülhamid’in dikkatinin bu bilim insanına çevirmesini sağladı.
Pasteur ile temas kurup, bilimsel çalışmalar yürütmek üzere yaklaşık 6 ay boyunca Paris’te kalan heyet, ülkeye döndükten sonra “Dar’ül Kelb Ameliyathanesi”nde kuduz aşıları yapmaya başladı.
(Dar’ül Kelb Ameliyathanesi -1887)
Abdülhamid Han, 1891 yılında tıp üniversitelerinin yani o zamanki adıyla mekteplerinin müfredatına “bakteriyoloji” adıyla bir ders koydurttu. Bundan sonra 1893 tarihinde aynı ders Veteriner Mektepleri’nde de okutulmaya başladı.
Fransız uzman Dr. Andre Chantemesse İstanbul’a getirildi. Chantemesse, İstanbul’da kaldığı 3 ay boyunca kolera salgınıyla ilgili ciddi çalışmalar yaptı. Padişahın “İstanbul’da bir mikrobiyoloji laboratuvarı kurun.” teklifi üzerine, bu görevi yerine getirmek için Fransız uzman Dr. Maurice Nicolle’ü tavsiye etti.
(Maurice Nicolle)
Abdülhamid, Dr. Nicolle’le temasa geçti ve bu uzman İstanbul’a getirtildi. Kendisine Gülhane Tıbbiye Mektebi civarında bir bina tahsis edilen Nicolle, Türk tarihinin bu ilk mikrobiyoloji laboratuvarında çalışmalarına başladı. “Bakteriyolojihane-i Osmani” adını taşıyan bu kurum, daha sonra binanın yetersiz olması ve mikrobiyoloji çalışmalarının kapsamının artmasından ötürü, Nişantaşı’ndaki Süleyman Paşa Konağı’na nakledildi.
Nicolle’ün öncülüğünde 1894’te Nişantaşı’nda kurulan Bakteriyolojihane-i Osmani, ülkemiz tarihindeki ilk modern bilimsel araştırma kurumu oldu. Veteriner bakteriyolog Mustafa Adil Bey de bu kurumda önemli bilimsel araştırmalar yaptı.
(Pasteur Enstitüsü’nün Paris’te bulunan, binasının önünde. Ayakta sağ başta Mustafa Adil Bey, oturanlardan ortadaki Maurice Nicolle’ün kardeşi Charles Nicolle.)
(Fransız Pastör Hastanesi İstanbul’da hizmete açıldı. -4 Ocak 1896)
Osmanlı’da ilk yabancı özel hastane olan Fransız Pastör Hastanesi, 1719 yılında, Taksim Elmadağ’da 2’nci Abdülhamit tarafından hediye edilen arsa üzerine, hasta denizciler için barakadan, mütevazı bir hastane yapıldı.
Daha sonra Fransız Veba Hastanesi adını alan hastanenin arsasını 2’nci Abdülhamit Fransızlara bağışladı.
1896 yılında baraka yıkılıp, bugünkü bina inşa edildi.
Hastane, 1925’te Fransız Pastör (Pasteur) Hastanesi adını aldı. 1991 yılında ise faaliyetine son verildi.
(Kızılay’ın Erzincan Hastanesi laboratuvarındaki kolera çalışmalarından. Sağdan sola: Sertabip Bakteriyolog Server Kamil, Dr. Nuri Ali, Dr. Subhi Fahri. -Kızılay Fotoğraf Arşivi -1916)
(Deniz Hastanesi -1938)